RADYO
www.niyazikocakbjk.tr.gg
www.eklesene.net - sitene radyo ekle www.eklesene.net - sitene radyo ekle www.eklesene.net - sitene radyo ekle



 
   

MASALLAR

   
 


 

 

NIYAZI KOCAK

BEŞİKTAŞIM-BJK1903

ONLINE E-DEVLET SITELERI

HACCP-ISO22000

KURAN - KERİM (dua ayet)

SLAYT SUNUMALR

ŞİİRLER

OSMANLI PADİŞAHLARI

BJK,GS,FB,TS SON HABERLER

İSTİKLAL MARŞI

FIKRALAR

FİLM İZLE

ARKADAŞ GRUBUM

HABERLER

KOMEDİ

SAYFAMI BEGENDİNİZ Mİ?

Ziyaretci defteri

Iletişim

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK

Hz.MEVLANA

TÜRKİYEM

DÜNYA HARİTASI

İDDİA MAÇ SONUÇLARI

KAMERA ŞAKALARI

MAGAZİN

AKDENİZ-EGE DEN GÖRÜNTÜLER

TURIZM REHBERI

TÜRKİYEDE TURİZM TANITIMI

DÜNYADAKİ EN İLGİNÇ ÇİÇEKLER

MASALLAR

ONLINE OKEY OYUNU

TC ÜNİVERSİTELERİ

GELEN MAIL LER

FOTOGRAF SLAYT SUNUMU

CHAT

İLGİNÇ BİLGİLER

SESLİ CHAT

ŞİİR MAKİNESİ

BİLMECELER

ATASÖZLERİ

ANİMASYONLAR

HTLM KODLARI

BAYRAK GİFTLER

SİTENE GIFT EKLE

COCO COLANIN ANLAMI

KOMİL AŞK SÖZLERİ

SITENE SPOR GIFT EKLE

SİTENE ELEKTRONİK GIFT EKLE

SİTENE KUTLAMA EKLE

SİTENE @ GIFT EKLE

SİTENE GÜL GIFT EKLE

FATURA SORGULAMA TTN

SITENE MÜZİK GIFT EKLE

SITENE ARKA PLAN GIFT EKLE

SİTENE KENDİ RADYONU KUR

SİTENE HAYVAN GIFT EKLE

SİTENE KONU AYRAÇ EKLE

LİNKLER

HESAP MAKİNESİ

SPOR

KLİP VİDEOLAR

SüperTeklif'e üye ol, sen de kazan!

SIVAS

TC KİMLİK SORGULAMA

SIVAS DA TURIZM

İL PLAKA KODLARI

ÜLKE KODLARI

TURİZM SEKTÖRÜNDE BUGUN

ÖMER KOÇAK

 


     
 

  

                                                    

Aşkta Yarın Yoktur Sevgili

Aşk bu dünyanın ölçüleriyle açıklanamaz sevgili. O ilkel bir acıdır, yaban bir ağrıdır. Gelir ve içimizdeki o çok eski bir şeye dokunur. Sonra bir perde açılır ve yolculuk başlar. Bu yolculukta artık para, tarifeler, beklentiler, randevular, taksitler, iş, anneler ve korkular yoktur. Aşkın kendi gerçekliği vardır sevgili. İnsan bir başka ışığa teslim olur...

Aşkta yarın yoktur sevgili. Zaman ileri doğru değil, içeri, yüreklere, derinlere doğru işlemeye başlar. İnsan korkusuz olur, daha derinden anlamaya başlar, bilgeleşir. Hiç bilmediği sezgileriyle buluşur. Yükü çok ağırdır, kendiyle buluşmuştur. Hem dışındadır dünyanın, hem de ta ortasında.

Hindistan’da Ganj Nehri’nin kıyısında yakılan yoksul adamın hissettikleri de onunladır, yitirdikleri de... New York’ta, bir sokakta, kartondan kulübesinde yaşayan kadının çıplak yalnızlığı da. Her şey onunladır, ona emanettir sanki, ama o, çıldırtıcı bir yalnızlık içindedir yine de...

Aşkın kültürlü olmakla, bilgili olmakla da ilgisi yoktur sevgili, kanımıza karışan ilkel acı, o yaban ağrıyla hiçbir kitabın yazmadığı hakikatlere daha yakınızdır, inan...

Kim demişti hatırlamıyorum, aşk varlığın değil, yokluğun acısıdır diye. Belki de bu yüzden ilk gençliğimde, o yoğun âşık olduğum yıllarda, gözüme uyku girmez, dudağımda bir ıslıkla bütün gece şehri, o karanlık, o hüzünlü sokakları dolaşır, insanları uykularından uyandırmak isterdim. Uyanıp, içimde derin bir sızıyla uyanan o derin sancının acısına ortak olsunlar diye...

Aşk çok eski bir şeydir sevgili. Onun içinden o çileli çocukluğumuz geçer. Sevdiğimiz insanların çocuklukları da... Oradan üvey anneler, eksik babalar, parasız yatılılar geçer. Ve sonra aşk bütün bunları alır, daha da eskilere gider, hep o ilkel acıya, o yaban ağrıya...

İnsan bazen nedensiz yere umutsuzluğa kapılır. Kimselere veremez sevgisini, kimselere kendini anlatamaz, evlere kapanır... Bazen denizler, kıyılar çeker insanı. İnsan bu kapılmayı anlayamaz, oysa çok eski bir yerde yaşanmasından korkulup vazgeçilmez aşkların sızısıdır bu. Bu sızı, bu yenilgi mevsimlerle yıllarla devredilir başka insanlara... Bir insanın yaptığı bir hatanın tüm insanlara yayılması gibi...

İşte şimdi biz de sevgili, ya olmadık zamanlarda umutsuzluğa kapılıp, soluğu evlerde alacağız, ya da denizler, kıyılar çekecek bizi. Nasıl biz başkalarının korkaklığını taşıyorsak, başkaları da bizim korkaklığımızı taşıyacak, yenilgimizi, umutsuzluğumuzu...

Birazdan sabah olacak... Para, tarifeler, beklentiler, randevular, taksitler, iş, anneler ve korkular başlayacak... Bunlar varsa ve bizim için geçerliyse aşk yoktur ve hiç olmamıştır sevgili. Birbirimizi kandırmayalım...

Hadi güne hazırlan. Yaşadıklarımızı unutmaya çalış. Aşk bize güvenip verdiği büyüsünü, sırlarını, cesaretini, bilgeliğini ve o ilkel, o yaban ağrısını geri alacak. Bunlar olurken içimiz bir an çok üşüyecek, sonra geçecek...

Hadi, oyalanma birazdan yarın olacak...

Aşkta yarın yoktur sevgili...

............




Hayatı boyunca çok sevmişti vapurları. Deniz üzerinde dans edercesine ilerleyen büyük beyaz balıklara imrenerek bakmıştı hep. Vapura ilk bindiği günü bugün bile tüm detaylarıyla hatırlıyordu. Beş yaşını doldurduğu gün doğum gününü kutlamak üzere Kuzguncuk’taki halasına gitmek için binmişlerdi vapura. Tam yirmi yıl geçmişti üzerinden. Ne Kuzguncuk’taki halası hayattaydı nede hayat o gün ki kadar güzeldi. Yaşamının altüst olduğu bugün bindiği bu vapura yirmi beş yıl önceki saf ve sorusuz haliyle binebilmeyi çok isterdi. Şu an bu vapurda o sevecen, hayat dolu çocuk değil yıkılmış, ezilmiş ve hayattan kopmuş bir insan vardı. Bir gece öğrendiği korkunç gerçek onun hayatını alt üst etmiş ve intihar noktasına getirmişti. Şimdi hayatı boyunca öğrendiği tüm kutsal değerleri reddederek vapura binmiş ve boğazın azgın sularına boş bakışlarla bakıyordu.
Orta halli bir ailenin tek çocuğu olarak doğmuştu. Babası bir doktor annesi ise ev hanımıydı. Tek çocuk olmanın sağladığı tüm avantajları yaşamıştı. En iyi okullarda okumuş, en pahalı kıyafetleri giymiş ve ilginin en alasını görmüştü. Üniversite eğitimini babasının isteğiyle Fransa ‘da tamamlamış ve mimar olmuştu. Daha birkaç gün önce dönmüştü ülkesine. Uçakta gelirken hayaller kurmuştu dönüşüne dair. Evindeki bayram havasını hayal etmişti. Annesinin gözyaşlarıyla karışık mutluluğunu, babasının gururlu bakışlarını hayal ederken gözleri dolmuş ve diğer yolculara fark ettirmeden ağlamıştı. Babası söz vermişti; diplomasını alıp eve döndüğü gün son model bir araba alacaktı. Acaba ne marka almıştı arabasını? Hayallerinin sınırı yoktu. Mutluluğa dair kurduğu tüm hayaller gerçekleşmişti şimdiye kadar. Ve uçaktan iner inmez yine kurduğu hayaller gerçek olacaktı.
Eve geldiğinde onu karşılayanlar arasında annesi yoktu. Meraklı gözlerle etrafı araştırıyor alacağı cevaptan korktuğu için kimseye soramıyordu. Babasıyla beraber oturma odasına geçtiler. Babası yaşlanmış gibi görünüyordu ve bu görüntü kötü bir şeylerin yaşandığının sinyallerini veriyordu. Babası tedirgin ses tonuyla anlatmaya başlamış acı gerçekleri su yüzüne çıkartıyor, genç delikanlı ise duydukları karşısında dehşete kapılıyordu. Babası sözünü bitiremeden hıçkırıklara boğulmuş, kendi kontrol edemez halde ağlıyordu. Genç delikanlıya cebinden çıkardığı bir mektubu uzattı titreyen elleriyle. Delikanlı babasının anlattıklarının ezici ağırlığının yanında birde bu mektubu okumak zorundaydı. Evden koşarak adımlarla çıktı ve çocukluğundan beri en çok sevdiği yere ;vapur iskelesine gitti. Zarfı açmak istemiyor fakat içinde yazılanları merak ediyordu. Üzerinde Canım Oğluma yazan bu zarfı açtığında altüst olmuş hayatının daha da çıkmaza gireceğini tahmin edebiliyordu. Ve tüm cesaretini toplayarak mektubu açtı;
‘’ Canım Oğlum! Bu satırları okuduğuna göre her şeyi öğrendin. Baban, yani senin bildiğin baban sana ne anlattıysa hepsi doğru. Bana kızdın biliyorum hatta benden nefret ediyorsun. Sana mantıklı bir açıklama yapamam ama biliyor musun oğlum, aşkın mantığı yoktur. Evet ben kocamı aldatarak en büyük günahı işledim. Ama tanrı bana bu günahın karşılığı olarak seni; dünyanın en büyük hediyesini verdi. Bu benim en büyük tesellim. Mutlu bir yuvam vardı fakat bana daha büyük mutluluklar yaşatan gerçek babana karşı koyamadım. Sevdim; sadece sevdim oğlum, kocamdan öncede sevmiştim, kocamla beraberken de sevdim.
Yüreğimde başka birinin sevgisini taşıyarak evlendim kocamla ve o sevgiyi yüreğimden atamadım. Bir yüreğe iki sevda sığdıramadım oğlum ve birini tercih etmek zorunda kaldım. Yirmi beş yıl gecikmelide olsa ben gerçek sevdama gidiyorum. Yaşlanmış bedenim toprağa uzanacaksa bu onun yani gerçek babanın kollarında olmalı. Sana yanımıza gel, bizimle yaşa diyemem. Senden tek isteğim benden nefret etme ve sende annen gibi her şeyi göze alarak sev. Seni seviyorum; annen.’’
Elinde annesinin yazdığı mektupla vapur iskelesinde bir heykel misali donup kalmıştı delikanlı. Vücuduna komut veremeyecek kadar karışmış belleği sadece mektupta yazılanları hatırlayabiliyordu. Annesi, hayatta en güvendiği en sevdiği en kutsal varlıktı onun için. Meleklerin neye benzediğini sorsalar annesini tarif etmeye başlayabilirdi. Fakat şuan elindeki kâğıt parçasında yazılanlar annesinin düşündüğünün tam tersi bir insan olduğunu anlatıyordu. Ne düşüneceğini, neye inanacağını bilemiyordu. Annesi bunu yapmış olamazdı; babasını aldatmış, yıllarca babasının yanında başka bir erkeğin aşkıyla yatmış, babasıyla sevişirken başka bir erkeği hayal etmiş olamazdı. İşin en kötü tarafı yirmi yaşının tazeliğinde bir piç olduğunu öğrenmesine neden olmuş olamazdı. Kimdi gerçek babası, neredeydi, şuana kadar neden ortaya çıkmamıştı, annesi bu gerçeği saklamayı nasıl başarmıştı. Sorular, sorular, sorular.
İskeleye yanaşan vapurun düdüğüyle kendine gelmişti. Aklındaki sorular bir sonuca varmıştı bir anda. Kabullenemezdi bu gerçeği, annesinin yaptığını kabullenemezdi. Vapur yavaş yavaş hareket ederken bir anlık bir çeviklikle atladı. Hava çelik bir ustura gibi soğuktu ve zemherinin en acımasız günlerinden bir yaşanıyordu. Buna rağmen delikanlı güverteye çıkarak bir koltuğa oturdu. Dalgalı denize bakan gözleri adeta derinliklerde bir çıkar yol arıyordu. Ağır ağır ilerleyen vapurdan boğaz bir başka güzel görünüyordu. Ama bu güzellik delikanlıyı hiç etkilemiyor, aklındaki kötü düşünceleri dağıtmaya yetmiyordu. Zihninin içinde gerçekten çok kötü düşünceler vardı ve bu düşünceleri uygulaması an meselesiydi. Yavaşça doğruldu oturduğu koltuktan ve güverte korkuluklarına doğru ağır ağır ilerlemeye başladı. Annesinin sıcak sinesine kavuşamamıştı ve denizin soğuk sinesine doğru ilerliyordu. Kararlıydı intihara; az sonra yaşadığı tüm acılar bitecekti. Bir günah tohumu olarak yaşamak istemiyordu. Korkuluklara tutundu ve denizin derinliklerine doğru uzun uzun baktı.
Güverte kapısının arkasındaki dolabın kapağının hafifçe aralandığını fark etti ve o yöne dikkatle bakmaya başladı. Bu görüntü onun bir an içinde olsa intihar fikrinden uzaklaştırmıştı. Ağır adımlarla dolaba doğru ilerlemeye başladığında dolabı içinde bir çift gözün korku dolu bakışlarla kendini izlediğini fark etti. Dolabın kapağını açtığında gördüğü manzara karşısında derin bir ürperti yaşadı. Minicik elleriyle üşümüş ayaklarını ovuşturan bir çocuk ürkek gözlerle biletçiyi kolluyordu. Bakışları adeta dolabın kapısını örtmesini ister gibiydi. Üstü başı yırtılmış, sefil durumdaki bu çocuk delikanlıyı intihar fikrinden tamamen uzaklaştırmıştı. Kimi kimsesi gidecek bir yeri yoktu anlaşılan. Yoksa neden bu vapurun güvertesinde saklanacaktı ki. Belki kendi gibi bir günah meyvesiydi. Sokaklara terkedilmiş bir günah meyvesi. Şefkatle tuttu çocuğun elinden delikanlı ve yavaşça dışarı çıkardı.korkmaması gerektiğini, ona yardım edeceğini söyledi. Yavaşça oturdular koltuklardan birine. Güvertede sadece ikisi vardı ve birde soğuk esen bir rüzgâr. Kırılmasından korktuğu bir çiçeğe dokunur gibi okşadı çocuğun başını. Merakla sorular sormaya başladı ve aldığı cevaplar karşısında hüzünlenmesi gerekirken gülümsüyordu. Çocuk annesi tarafından sokağa terkedilmişti ve babasını hiç tanımamıştı. Gündüz sokaklarda dolaşıyor, tezgahlardan çaldığı yiyeceklerle karnını doyuruyor, akşamları ise son vapura binip bir köşede saklanarak soğuktan korunuyordu. Beş yaşının tazeliğinde sokaklara terkedilmiş ve sefalete itilmiş olarak yaşamaya çalışıyordu. İntihar kelimesinin anlamını bilmese de kendini denize atmayı hiç düşünmüyor sadece günü yaşamaya ve rahata kavuşma hayallerinin gerçekleşeceği anı düşünüyordu. Yaşam kutsiyetinin farkına varmış içi rahatlamıştı.
Kuzguncuk iskelesine yanaşan akşam vapurundan inen iki terkedilmiş yolcu el ele tutuşarak köşe başındaki çörekçiye doğru yol almaya başladı. Biri aç karnını diğeri ise aç yüreğini doyuracaktı. Açlık hisleri belki hiç tükenmeyecekti ama yaşamdan asla kopmayacaklardı. Dışarıda kar yağıyordu ve soğuğa rağmen yürekleri sımsıcaktı
.
 
............




Kendine İyi Bak

  Kendine iyi bak” bir "veda" değil "elveda" cümlesidir çoğu zaman. O üç kelimeden çok daha fazlasını gizler içinde...

"Kendine iyi bak. Çünkü bundan sonra ben yanında olmayacağım. Olamayacağım. İstesem de istemesem de. Sevdim bir zamanlar seni, hala seviyorum ve benden sonra da mutlu olmanı istiyorum. Olur da bir gün dönersem seni iyi bulmak istiyorum.“

“Kendine iyi bak. Çünkü bundan sonra kendinden başkası olmayacak yanında sana bakacak. Ben olmayacağım. Kendine iyi bak ve beni düşünme. Çünkü ben de seni düşünmeyeceğim artık. Arama sakın beni, yazma, çünkü ben yazmayacağım. Sil beni yüreğinden, çünkü ben sileceğim. Fakat, yaşanılan, paylaşılan güzel şeyler hatırına sana yürekten mutluluklar diliyorum. Ve ben bir daha dönmemek üzere gidiyorum.”

"Kendine iyi bak. Aramızda geçen herşeye rağmen benden sonra iyi olduğunu bilmeyi tercih ederim. Aslında bilmem çok önemli değil, iyi olduğunu varsayacağım ben. Seni bir daha asla görmemek üzere gidiyorum ben, seni kendinle başbaşa, yapayalnız bırakıyorum ben. Biliyorum kendini bırakacaksın benden sonra, o yüzden iyi bak diyorum. Aslına bakarsan, çok da fazla umursamıyorum."

"Kendine iyi bak" derler ve giderler. Tutkuyla sevenler, bazen birden fazla söylerler bunu. Çünkü onları ayırmak, eti tırnaktan ayırmak gibidir. Kolay kolay kopamaz onlar, süreç çok acı vericidir, yürek parçalıyıcıdır. Her seferinde azalan umutlarla geri döner ve yine “Kendine İyi Bak” gözleriyle ayrılırlar. Ta ki umut da, sevgi de tükeninceye kadar…Ta ki son elveda mezar sessizliğine bürününceye kadar…

Tutkunun ötesinde sevenler, bir kez “Kendine İyi Bak “ derler ve giderler. Onlar eti tırnaktan ayırmak yerine ölümü yeğlerler. Onlar bu acıyı bir kezden fazla kaldıramayacaklarını bilirler.

"Kendine iyi bak" derler ve giderler. Bu sözlerin içinde ihanet yok, hiç bir zaman olamaz derler ve giderler. En büyük ihanet değil midir aslında seni seveni, ihtiyacı olanı yüzüstü bırakıp gitmek. "Kendine iyi bak" derler ve giderler. Seni suskunluğa mahkum edip giderler. Seni parçalara ayırıp, en büyük parçayı yanlarına alıp giderler. Seni senden alıp giderler.

Daha kötüsü suçlayamazsın onları tüm bunlar için. Kendine iyi bak deyip gidenin geçerli bir nedeni vardır elbet. Suçlatmaz kendini. Savaşmadıkları için kızarsın ama suçlayamazsın. Savaşmışlarsa, yenildikleri için kızarsın ama suçlayamazsın. Yenildiğin için kızarsın ama suçlayamazsın… Ayrılığın kaçınılmazlığına inandırır seni, "kendine iyi bak" derler ve giderler. Elinden umutlarını, düşlerini, sevgilerini alıp giderler. Bir tek anıları bırakırlar geride, bir de hatırladıkça gözyaşlarına boğulasın diye
unutulmayan nağmeler.

Arkalarına bakmadan çekip giderler eğer yalnız kalmışsan, çünkü insafsızlıklarını görmek istemezler. Herşey o saniye orada bitsin, kapansın bu sayfa isterler. "Bitti" diyemedikleri için, "kendine iyi bak" derler. "Kırıldım ve affedemiyorum" diyemedikleri için "kendine iyi bak" derler. "Seni istemiyorum artık, hayatımdan çıkaracağım ama bil ki hiç unutmayacağım" diyemedikleri için kendine iyi bak derler. "Biliyorum çok kanayacaksın ama daha iyisini yapamıyorum" diyemedikleri için "kendine iyi bak" derler. Vicdanlarını rahatlatmak için kendine iyi bak derler, çünkü o kan uzun süre akacaktır ve o yara asla kapanmayacaktır, bilirler.

"Kendine iyi bak" bir noktadır çoğu zaman. Kendine iyi bak deme bana, sadece kötülükler noktalansın isterim ben. Oysa sen iyisin… Sen gözümdeki ışık, dudağımdaki tebessüm, sen içimdeki sevinçssin. Sen hayatıma renk katan, sen yüreğimdeki çarpıntı, sen hayatımdaki neşesin. Sen yolumu aydınlatan, sen dert ortağım, sen gönül yoldaşım, sen bir tanesin. "Kendine iyi bak" deme bana. Nokta koyma.

Keşke böyle yaşanmasaydı bazı şeyler, keşke affedebilsen beni, keşke ben de affedebilsem… Keşke döndürebilsek zamanı geriye. Keşke bugünkü aklımızla yaşasak herşeyi baştan. Nafile... Ama yine de, gitmesen olmaz mı? Bitmesek olmaz mı? Sen eksikken, ben nasıl tam olurum? Senden kalan boşluğu kimlerle doldururum? Savaşsak, aramıza giren şeytanla olmaz mı? Hani büyük aşklar her türlü engeli aşardı, hani gerçek dostluklar her sınavı geçerdi, hani sevgi eninde sonunda kazanırdı? Hani hayatta hiç kirlenmeyecek değerler vardı? Hani en büyük zaferler, en kanlı savaşların ardından kazanılırdı? Bunların hepsi yalan mı? Sahiden..., gitmesen olmaz mı? Bitmesek olmaz mı?……….

Peki o zaman... Senin istediğin gibi olsun... Öyleyse...Sen de "Kendine İyi Bak."

...............




ÖZLEM

Köstekli saatin zincirini yakalayıp ani bir hareketle çekti. Saat dokuza yaklaşıyordu. “Şu sıralar gelir,” diye düşünürken bembeyaz saçlarını, sağ elinin parmaklarıyla geriye doğru taradı. Gür sakalları, bu seyrek saçlarla tam bir tezat oluşturuyordu.

İri burnu, çıkık elmacık kemikleriyle keskin yüz hatları vardı. Hafif çekik, mavi gözleri artık pek görmüyordu. Bu küçücük gözler, kahverengi, kalın çerçeveli gözlüğünü taktığında irileşiyordu.

Hafifçe kamburdu. Titreyen elleriyle bastonunu tutar, başını öne uzatarak ayaklarını yerde sürüye sürüye, yavaş adımlarla yürürdü.

Ömrünün kırk yılını paylaştığı hayat arkadaşını kaybettiği gün, iki davetsiz misafir kapısına dayanmıştı.

Biri özlem...

Diğeri yalnızlık...

İki sıkı dost olup, Afgan Dede’ nin yıllarını doldurdular.

Yetmiş yıllık hayatından yanına kalan; çileli ömrünün iziymişçesine duran alnındaki derin çizgiler; bir de bu ikisi: düşman bir yalnızlık, dinmeyen bir özlem...

Ruhunda yılların attığı derin çiziklerle;

Bir garip...

bir yalnız adamdı Afgan Dede.

O gün alışık olduğundan erken kalkmıştı. İçinde tarifsiz bir heyecan, balkona çıktı. Korkuluğa sıkıca tutunup, sokağa bakarken karşıdaki dört katlı binadan, telaşlı adımlarla çıkmakta olan Nesrin Hanım’ ın gülücüğüne içten olmayan bir karşılık verdi. Gözleri sokağın caddeye açıldığı çizgiye kilitlendi. “Birazdan gelir,” diye düşünüyordu ki mavi şapkasıyla, büyük çantasından tanıdı onu.

Mavi şapkalı adam, inadına yapar gibi, yavaş adımlarla kaldırımdan yürüyordu. Afgan Dede’ ye kalsa koşarak gelmeliydi...

“Koşarak, bir çırpıda gel... Kapımı çal artık...”

Yaşlı adam, ondan gözlerini ayırmadı. Yavaş adımlarla, kapısını çalmadan geçtiğinde “belki döner” diyerek bir süre ardından baktı.

Sonra hayal kırıklığıyla içeriye girdi.

Beş katlı apartmanların arasındaki, küçük bir ev ancak bu kadar aydınlık olabilirdi. Evin iç karartıcı, boğucu havası yetmezmiş gibi, bir de daha koltuğa oturur oturmaz onunla yüzyüze geldi. Odanın her yanında, acımasızca, "duvarlara bak, bomboşlar hala," diye çığlıklar atıyordu. En sonunda dayanamadı yaşlı adam, tehditkar bir edayla karşısındaki duvarı işaret ederek, "hepsini buraya asacağım. O zaman önce bu çığlıklarını kesecek sonra evimi terk edeceksin," dedi.

Baktığı her yerde onu görüyordu. Onun yüzündendi bu çökmüş hali, bu boş vermişliği... Dile kolay on yılı aşkın süredir hayatındaydı. Evinin her bir köşesindeydi, yaşamının her bir anında... Üstelik kendi varlığının verdiği acı yetmezmiş gibi, bir de bu küçücük evde “özlemi” büyütüyordu... Bir yandan kendisi çoğalıyor bir yandan da özlemi besliyordu.

Küçücük bir evde yaşadılar... hiç dost olamadılar. Yıllarca düşmanca gözlerle süzdüler birbirlerini.

Bir tek geceleri ayrıydılar. Afgan Dede, hava kararınca karanlığın koynuna sığınıyordu, uyuyordu; uyumaya çalışıyordu. Uykusunda ona dokunmuyordu, ne özlem ve ne de o...

Oysa gündüzleri evde vakit geçmiyordu. Hele de beklerken...

Hele de bugün.

Bastonunu alıp dışarıya çıktı, onu önüne katarak. Evin biraz ilerisindeki, parka kadar yanyana yürüdüler. Bir banka oturdular. Afgan Dede, etrafına bakındı ama görmedi kimseyi; ne sarmaş dolaş bir kızla erkeği ne kahkahalar atarak önünden geçen gençleri ne de bastonuyla zar zor yürüyen yaşlı kadını...

Yalnız o küçüğü fark etti. İki üç yaşlarındaki şirin kız çocuğu, bebeğinin saçlarını tarayarak yürüyordu. Arada bir dönüp, annesine bakıyor, onu görünce, gülümseyerek yoluna devam ediyordu. En son kucağına aldığında daha gülümsemeyi bile bilmeyen Goncası da böyle olmalıydı. Nasıl büyümüştü, nasıl tatlıydı kim bilir...

Yakında gülümseyecek evimin boş duvarlarında, diye düşündü. Çevresine bu defa görerek baktı; genciyle yaşlısıyla insanlar, banklar, ağaçlar ve bir de o. "Sen hiç bırakmayacak mısın peşimi?" dedi. Yanıt alamadı. "Belki bu akşam gelir," diyerek kalktı, "eğer gelirse, hiç görmeyecek seni gözlerim. Oniki yıl önce hayatıma girdiğin hızla çekip gideceksin... "

Eve döner dönmez telefona sarılıp Bahar' ı aradı. Halini hatırını bile sormadan, "kızım ne zaman yolladın? Gelmedi hala," dedi. Bahar, "Offf babacığım, bu sıralar çok yoğunum, unutmuşum. Ama bak söz yarın göndereceğim, iki gün sonra orada olur. Kusura bakma olur mu?" diye yanıt verdi.

"Önemli değil," diyerek telefonu kapattı Afgan Dede.

Bütün gece sessiz, hareketsiz oturdu.

Postacı, Goncasının iki yaşındaki fotoğraflarıyla dolu zarfı fırlatıp gözden kaybolurken de hareketsizdi.

Afgan Dede, bir daha uyanmamak üzere gözlerini kapattığında, on yılı aşkın zamandır yaşamına ortak ettiği, küçücük bir evde yıllarca dost olamadığı yalnızlığını ve onun büyüttüğü özlemi de yanında götürdü.

 
 

 

 
BEDAVA ŞİFRESİZ MAÇ İZLE Watch live video from «MatrakTurk» on Justin.tv
TRAFİK KAZA GÖRÜNTÜLERİ Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol